Birkaç gün öncesine kadar “ekonomi düzelir mi, biraz olsun ferahlar mıyız?” diye tartışırken 13 milyon insanı doğrudan etkileyen deprem haberiyle yasa büründük. Bir yandan da kaygılarımız arttı.
Rantçısı, fırsatçısı, stokçusu, yağmacısı bir yana dursun, bütün dünyanın yükünü sırtında taşıyan biz emekçiler hayatlarımızın ne kadar önemsiz ve harcanabilir olduğunu gördük. Oturduğumuz evler kâğıttan, aldığımız ücretler karın tokluğu… Sosyal hayatımız çay molalarındaki sohbetler… Liyakati falan artık sorgulayan yok! Sefalet sınırını geçeli çok oldu.
Alıştığımızdan değil delirmek üzereyiz ama ne yapmalı? Kimi Allah’a güveniyor, kimi kumar sitelerinde elinde olmayandan da oluyor. Gençler evlilik fikrini komik buluyor, akşam bir kahve içmeye çıkamazken komik zaten evliliği düşünmek.
Elinde biraz fırsat varsa şehrin stresinden, uykusuzluğundan, yorgunluğundan, parasızlığından, güvensizliğinden, gürültüsünden, yani iğrenç yaşamlarımızdan kaçarak köyde hayali bir emeklilik yaşamak istemiyor değil insan.
Peki hal böyleyken kaçtığımız yerlerde huzuru bulabilecek miyiz? “Depremzede işçilere fabrikalara yatak atalım çalışsınlar” dediler, “işçiler bir ay maaş almayıversin” de dediler. Enkazların arasındaki insanlara değil bankalardaki parayı kurtarmaya gitti yardım, gördük hepimiz. Para üşür mü, acıkır mı? Ya ölür mü? Ama biz ölüyoruz, liyakatsizlik de bizi öldürüyor depremde.
Hem de daha yeni başlıyoruz, sermaye her hizmetkâr kurumuyla gardını almış gözünü yaşamlarımıza dikmiş, sanki öncesi güzelmiş gibi sonrasına hazırlanıyor.
Köye kaçarak saklanamayız ondan. Ancak yan yana gelirsek dövüşebiliriz…
Deniz K.
Bir Cevap Yazın